1.SOHBET

HZ. MUHAMMED EFENDİMİZ’İN (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) MİRACI

 

Hira (Nur) Dağı

Peygamber Efendimiz’in (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) riyâzet yaptığı dağın adı Hira dağı idi. Hira dağının eskiden ismi Nur dağıydı. Peygamber Efendimiz’den (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) sonra ismi değişti. Gemiler, vapurlar yollarını şaşırmasınlar diye, deniz feneri gibi.

O Hira dağından, Peygamber Efendimiz (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) dünyaya gelmeden daha çok evvel, İsmail’den ( Selâm Üzerine Olsun) kalan kabilelerden Peygamber Efendimiz’e (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) kadar, O Nur-u Muhammedî, kırk kez devr-i daim yapmış. İsmail’den ( Selâm Üzerine Olsun) Peygamber Efendimiz’e (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) kadar.

Devr-i daim yapmış olan bir kabile Peygamber Efendimiz’e (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) dayanıyor. Bir kabile, deniz feneri gibi. O mağara olan yerde, dağın başında gece ateş yakarlarmış. Akşam namazından, sabah namazına kadar. O ateş, çalı çırpıyla, odunla yanıyormuş. O dağ, Mısır’a kadar, Yemen’e kadar, bütün Arabistan adasına hâkim. O dağ yolu. Çölde yolu şaşıran olursa, bu fener ışığıyla yolunu çıkarırmış. Sağa mı gidecek, sola mı gidecek? Mekke’ye mi, Medine’ye mi, Yemen’e mi?

 Allah’ın Resûlü, o ışığın orada, kırk gün riyazet etti. Cebrâil ( Selâm Üzerine Olsun) vahiy getirene kadar. Bütün ümmet-i Muhammed’e kutlu olsun. Bugünle beraber kutlu olsun. O gün, O dağ, O nur!.. O dağ, erbain oradan çıkar.

Şimdi insanlar, daha iyi, daha yakın, daha aşağı, daha yukarı; hem ilmen, hem maddi, hem manevi çalışmayla; ilmin zenginliğiyle, birliğiyle, Kur’ân-ı Azimüşşan’la beraber, her an yükselmek istiyor. Hem dünyevi, hem uhrevi yükselmeyi istiyor. İnsan bir dağın başına çıkarsa yükselir. O Allah’ın bir lütfu, Allah’ın rahmeti. Habib-i Ekrem’in gönderdiği, gösterdiği bir yoldur. Yükseğe doğru, hem maddi, hem manevi yükseğe doğru yoldur.       

 

Şimdi birisi buraya geldi, bir hanım.

Dedi ki: “Efendim, üç tane de oğlum var. Yılbaşını Kayseri’de bir otelde çıkarmak istiyoruz.”

Dedim ki: “Yahu, Kayseri soğuktur, engin bir yere gidin. Antalya’ya, Mersin’e, İzmir’e. Öyle bir yere gidin.”

Dedi ki: “Çocuklar Erciyes Dağında spor yapacaklar, karda kayacaklar. Onun için oraya gidiyoruz.”

Yani, bütün mevcudiyet öyle. Yükseği istiyor, topraktan geliyor; yükseği istiyor.

Nur dağı! Nur dağı, ateş orada yandığı için ismi Nur dağı.

Gidene kabuldür. İnşallah gitmeyene de maddi manevi gayreti versin. O farzı yerine getirin. O dağın eteğine girin, gençlikten girin inşallah, O mübareğe. O Nur dağına çıkıverin inşallah!

O Nur dağına çıktığınız vakitte hepinize vasiyetim, bu arkadaşları unutmayın. Hep beraber çıkın, unutmayın! Yani hayali olarak, hepinizi oraya çıkarın, Nur dağına. 

 

Mirac-ı Muhammedî

Şimdi O dağ, O nur, O vahiy!.. Peygamber olmayı beklemeyin, olamazsınız. Çünkü kesildi peygamberlik. Peygamber Efendimiz’den (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) sonra, Peygamber gelmeyecek. Ama Hz. Fahri Kâinat Efendimiz’in (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) hikmetinden hepimizde mevcuttur. Elhamdülillah!..

O dağ, nuruyla, vahyiyle, şatafatıyla, ateşiyle, taşıyla, toprağıyla, hepimizde mevcuttur. O dağ, o insanın binasına giremez. Çünkü şatafatlı, ölü bir dağ; fakat dağı gören, oraya giren, onu içine almıştır. Hayali olarak. İçine alıyor, içine almıştır.

Acaba O dağ, insanın içinde var mı, yok mu?

Var yahu!..

Koca denizler, koca sular, insanın içinde var mı, yok mu?

Var yahu!..

Güneş, ateş, insanın içinde var mı, yok mu?

Var yahu!..

Dört mevsim var insanda. Su, toprak; bu da girdi içeriye. Şu denizler, hep girdi içeriye. Su, toprak, ateş, kâinatın ateşi, hava. Hava olmazsa, yaşayamayız. Hiçbirimiz yaşayamayız. Ağzınızı, burnunuzu kapatın, beş dakika duramazsınız. Demek ki dört unsur, insanın bünyesinde mevcut.

Allah’a şükür! Allah’a şükür…

Bir nasibimiz var ki, O dağdan bahsettik.

Su, toprak, iki tane daha kaldı. Ateş, hava.

Bundan başka, iki tane daha; gece, gündüz. Güneşi de katalım, O ateş ile hava. En son, ayn-ı var. Güneş var. Bunları, Allah, insandan evvel halk etmiş.

Âdemi halk etmeden evvel halk etmiş bunları. Hepsi de insan için. Çok kıymetlisiniz. Allah, O kıymetinizi bize bildirsin inşallah, amin!.. O kıymetli insanlık, kıymetini, O İslâm kıymetini, O Kur’ân-ı Azimüşşan’ın muhabbetini, lütuf ile, ihsan ile, Habib-i Kibriya’nın yüzü hürmetine, O’nun bastığı adımların yüzü hürmetine, O’nun  gezdiği toprağın yüzü hürmetine almış, Hz. Âdem’den.

 

Vahiy aldıktan sonra; taşı, toprağı, suyu, yılanı, çiçeği hepsi ne diyorlar?

“Kutlu olsun! Kutlu olsun!” Taş, dağ, toprak, hepsi… Hz. Muhammed’e: “Esselatü Vesselâmü Aleyhi Ya Resûlullah! Esselatü Vesselâmü Aleyhi Ya Habibullah!”

O gün, O dağdan inerken. O gün başladılar.

“Acaba bir şey mi oldu bana?” dedi, korktu. Geldi Hane-i Saâdete girdi.

“Ya Hatice, beni ört!” dedi.

“Beni ört! ört! ört!”

Baktı ateşe; gene Cebrail oraya, yatağına da getirdi…

Yani Türkçe manası: “Biz seni Allah’ın izniyle, bütün beşere Sultan kıldık. Sen örtünmekle, şuraya buraya kaçmakla, bizden yakayı kurtaramazsın.”

 

Darısı hepimize olsun inşallah!

İnancı, imanı hepimize olsun. İnşallah!

“Ört! Ya Hatice ört! Üşüyorum. Ört! Ört! Burada bir şey var.”

Hatice de korktu. Amcasının yeğeni Varaka’nın yanına koştu. İncil’i, Tevrat’ı harfiyle bilen bir âlim Varaka. Dedi ki: “Amca, Hz. Muhammed’e böyle bir hal geldi, kendi de çekiniyor. Ben de korkuyorum.”

O da dedi ki: “Kızım, yeğenim, Hatice’m, sen korkma! Bunlar Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de yazılıdır. Bir âhir zaman Peygamberi gelecektir, müjde olsun sana ki; sen O’nun hanımı oldun. Müjde olsun! Sen şimdi doğru eve git.”

Örtülüydü, o zaman da örtülüydü. Bütün Kureyşi kabileler örtülüydü; edebe karşı baştan aşağıya kadar örtülüydü.

“Sen git.” dedi. “O’nu teselli et. Tam o konuşmaya başlarken, terler geldiği vakit, Peygamber Efendimiz’in (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) arkasına geçip, başörtüsünü aç, melekse, sana kutlu olsun. Mübarek olsun! O gelen Cebrail’dir.” dedi.

Hatice eve geldi. Bunun hepsini Allah’ının Resûlü’ne haber verdi. Fakat dediğini de yaptı. Cebrail geldiği vakit, Allah’ın Resûlü ter içindeydi. Ağır; çünkü çok ağır geliyor... Arka kısmına geçti, o başörtüsünü açtı, yüzünü açtı, etrafına baktı üç defa;

“Ya Hatice!” dedi. “Melek Cebrail kardeşim geliyor ve konuşmadan gidiyor.” dedi. “Bir kabahat var, ama ya senden, ya benden?” dedi.

Hatice anladı, dedi ki: “Anam, babam sana feda olsun. Müsâade edersen ben dışarı çıkayım.”

Dışarı çıkıyor, koşa koşa Varaka’ya gidiyor.

“Sana müjde olsun! Gelen Cebrail’dir, melektir!”

Varaka, “Hiç korkma sen! O’nun hizmetinde kusur etme, hele ki o hanımını çok seviyor.” dedi.

Peygamber Efendimiz’in (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) hizmetçisini bile sevin, “Başımızın Tacı” hizmetçisini sevin. Bastığı toprağı öpün, sevin.

Çünkü O’nunla Allah’ı bulacağız. O’nsuz bulamayız. O Kur’ân-ı Azimüşşan’ı hep vahiyle aldı, Ashab-ı Kirâm’a söyledi. Yazılanlar hep vahiydir. Hadis-i şerifleri kendi doğuşu. Gene Allah’tan; kendi doğuş ve konuşmaları. Bütün konuşmaları; yerden, gökten, dağda, nerede konuştuysa, hemen akla, kaleme aldı. Şimdiki gibi kalem kâğıt yoktu. Bir taşın üzerine, bir hurma yaprağı üzerine alıyorlar. Hatta bir hadis-i şerifinde de diyor ki “Söylediğim vahiy olsun, hadis olsun, yazın!” Bir kısım ashap da, o zamanın iltifatı ile diyor ki:  “Allah’ın Resûlü, anamız, babamız, canımız sana feda olsun. Biz onu aklımızda tutarız.”

“Siz aklınızda tutarsınız, akıl hıfzını Allah size vermiş. Siz yine de yazın, yani yine yazın!”

 

Rüyaların Yazılması ve  Şükür Namazı

Şimdi bazıları geliyor. İşte bir âyet, bir hadis. Bazısı rüya görüyor, diyorum ki yazın! Gördüğü eğer acı, eğer tatlı bir rüya…

Bir gün, birisi burada namazdan evvel, Allah’ın Resûlünü (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) görmüş. O gece rüyasında görmüş. Allah hepinize mübarek kılsın.

Dedi ki; “Sarih mi? Sarih mi?”

Ta kendisi! Gene hadis-i şerifte, hakkında var. “Beni rüyada, hayalden gören, rüyada gören, kanaati hâsıl olur ki, ben Hz. Muhammed’i (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) gördüm. Ta kendisidir.”

Böyle tatlı bir rüya gördüğünüz vakit, ona benzer rüyalar, hep onun mahiyetinde; kalkarken diyorum hemen bir abdest alın. İki rekât şükrân namazını kılın ki “Allah’ım, bir daha bize göster, ihsanını bize bir daha göster, bir daha göster!” diye dua edin. İki rekât namazı ondan sonra kılın, rüyayı yazın. Yani bir not defterine, bir yaprak kağıda yazın.

Gördüğünüz rüyaların hepsini yazın. Size, zamanla bir not defteri olur. Ben şu yaştayken şu rüyayı görmüşüm, şu yaştayken şu rüyayı görmüşüm dersiniz. Bir gün böyle devr-i daim edersiniz, size bir not defteri olur. Bir de, Allah yüzü nuruna, sıhhatle hepinize versin, biz geldik gidiyoruz. Bir de evladınız bakar, kız olsun, erkek olsun, evladınız varsa, “Ya hu, babamızın bir not defteri var.” derler. Ellerine geçer, şöyle bir devr-i daim ederler. “Babamız bu vaziyetteymiş, biz ne duruyoruz, biz de babamızın yoluna gitsek olmaz mı?” derler. Yani çocukları, zamanla torunları, bunu bir bilseler, izah ederler. Çok faydalı. Gördüğünüz rüyaları yazın.

Bir de acı bir rüya görürler. Korkmayın! Kendi için, memleketi için hatalı bir rüya görürler. Ona da diyorum, iki rekât şükrân namazı kılın. Gene sonunda elinizi açın dua edin.

“Allah’ım, biz buna dayanamayız. Eğer hayali, eğer zahir, eğer batın, eğer rüya, lütfunla bize ihsan et. Korkulu rüyaları bize gösterme Allah’ım!”

Yine ona da şükür namazı kılalım. birisini tekrar istemek için, birisine Allah’ım dayanamayız, bir daha görmeyeyim, demek için.

İnşallah hepinize, İnşallahu Rahman, bu Sırr-ı İlahiye, bu Sırr-ı Muhammedî’ye biraz yakın olmak nasip olur. Biraz yaklaşmak, biraz O’nun yolunda gitmek lazım. Elhamdülillah.

Siz buradan çıkınca, en yakınlarınıza, arkadaşlarınıza, evladınıza, babanıza burada konuştuklarımızı aktarın, hiç olmazsa ayda bir kişiyi uyandırın. Yani elli kişiyken, yüz kişi olursunuz. Yüz kişiyken iki yüz kişi olun.

Çünkü bu nimeti Allah size vermiş. Kardeşlerinize öğretin, babanıza öğretin, arkadaşlarınıza öğretin. Bir müslüman olmıyana da anlatabilirsiniz. Aman efendim bu hiristiyandır, merhaba demem, demeyin, bildiklerinizi onlara da verin.

 

Kahrın da Hoş, Lütfun da Hoş

Birisi de demiş ki: “Allah’ım kahrın da hoş.” Çok diyorlar bunu, tasavvuf ehli. “Kahrı da hoş.” Çok diyorlar. Bu lütfu da hoş ver, verirsen ver, diyor. Aniden bir sancı hâsıl oluyor. Hemen doktora gidiyor. Hani, yahu bunu sen istememişmiydin? İstedi ya, ufacık bir ağrı görüyor, hemen doktora gidiyor. Biz lütfuyla isteyelim inşallah.

Benim bir Efendim Hazretleri vardı. Onu size söyledim… Alman harbi sırasında memlekette bize gelmişti. Bize yakın, bir mahalle var. Ama arasında, diyelim ki Mamak’tan Kızılay’a kadar tepe var.

Dedi ki: “Senin oradan bir hanım, 60 yaşında, hastadır. Sen hiç gittin mi?”

“Hasta olduğunu işittim.” dedim. Halbuki hemen orada, gidip geliyoruz, aracımız da vardı.

“Hiç gitmedin mi? Derdini, halini sormadın mı? Hasta olana doktor lazım, ilaç lazım, bir şey lazım. Ona ihtiyaç, yeme, içme lazım.”

Mahcup oldum. “Gitmedim.” Dedim.

“Hadi biz gidelim.” dedi.

Ondan da bir hafta evvel, bir rüya görmüştüm. Bak, tatlı bir rüya; ama unutmuşum. Beş altı gün evvel. Efendimi rüyada görmüşüm. Köyün altında ufacık bir dere var. Yani bir adım da geçilebiliyorsun. Yani üzülmeden adımı atıp, o yoldan gittik. O rüyayı gördüm.

Oraya geldiğimizde -ki Efendim o yola hiç gitmemiş- tam oradan atladı, ben de arkası sıra atladım.

Rüyada şak diye, sağ suratıma… Ona denk geldi, bir şamar. Ama uyandım ki;

Allah şahittir, tokatın yeri acıyor.  Ama çok korktum, acaba ne hata yaptım diye? Zaten hep hata içindeyiz. Ben onu düşündüm, lütfuyla değil, bu kahrına; ne hata yaptım? Düşünüyorum işte. Beş altı gün sonra geldi.

“O hanıma gidelim.” dedi.

Hadi gidelim. Kalktık. O yoldan gittik. Bir taraftan giderken, aklıma getirdi. Aynı yol! Beş altı gün ara var. Ben orada bir hata daha yaptım.

Böyle hatalar yapmayın inşallah, iyi mi? Böyle hatalar yapmayın…

Ben orada bir hata yaptım. Hatam neydi biliyor musunuz? O hasta hanımın evine gitmek için üç, dört, beş kapı var. Evler ayrı ayrı. Ben orada önüne düşmedim. “Efendim, büyük insansa, gider kapısında durur” dedim.

Aynı söylüyorum!.. Hatalıydım; çiğ idim, çok çiğ idim. Daha hâlâ çiğim yahu!.. Yetişelim yahu!.. Allah’ın lütfuyla. Allah’ın âyetiyle. Allah’ın hadisiyle biraz pişelim. Fedakârlık yapalım.

Bak, hatamı söylüyorum. O da devam etti. Önümde. Bir de adam var. Ben O’nun arkasındayım. O adam da benim arkamda. Önümden devam etti, gitti.

Kapıyı gördü, dedi ki: “Herhalde burasıdır, değil mi?”   

Aynı söylüyorum. Fakat mahcup oldum, daha hâlâ mahcubum. Böyle şeyler yapmayın. İyi mi? Yapmayın. Deneme gibi bir şey olmasın. 

Kapıyı açtı. Yukarı çıktı. O hanım yatıyor yatağında, kimse de yok. Yaz günü, herkes işinde gücünde. Komşudan bir hanım geldi, bir minder tuttu. O da oturdu.

“Zeynep kızım!” dedi, “Nasılsın, ne haldesin?”

Hastanın gözü açık, aklı başında, ama konuşamıyor. Halini, hatırını sordu. Konuşma yok. Cebinden bir şeker çıkardı, çay şekeri. “Şundan bir suda ez, ağzına boşalt.” dedi. “İnşallah bir şey kalmaz.”

Hemen kalktım. Ufacık bir tas geldi, suda ezdim. Dişleri kilitlenmiş, su içeri girmedi. Ben dişleri açayım dedim.

“Yok yok! Yeter, dudaklarına yeter.” dedi.

Kalktık.

“Hadi kızım. Allah şifa versin! Daha çok yaşarsın, merak etme.” dedi.

İndik, aşağı yolu devam ettik. Öyle bir sete geldik ki o beldenin köyleri hep görülüyor.  Benim ayağımda sivilce mi var, taşa mı değdi? Ne olduğunu bilmiyorum. Biraz yaralı bir parmaktı, acıyordu. Şöyle bir topallıyorum. İki gündür sormamıştı. Orada sordu.

Dedi ki: “Ne topallıyorsun?”

Dedim ki: “Bir şey var ama bilmem.”

“İyi olur.” dedi.

“Allah hakkımızda hayırlısını versin.” Bunu birkaç defa söyledim, belki on defa söyledim. İnşallah daha da söyleyeceğim. Kahhar!.. Lütuf!.. Var ya? Demin rüya onun üzerine geldi.

Dedim ki: “Allah hakkımızda hayırlısını versin.” Bizim hep işittiğimiz bu, istediğimiz de bu yani.

Dedi ki: “Yok yok! Allah’tan öyle bir şey isteme.”

Ben sesimi kestim. Karşı karşıyayız.

“Allah’tan böyle bir şey isteme. Şimdi bak, bu yoldan gidiyoruz. Ayağın kırılır, bükülür. Bu sefer feryada başlarsın. Ben ne yaptım, ayağımı kırdım dersin.”

Belki o zaman ben, günde on defa şikâyet ediyorum. “Ne yaptım?” diyorum. “Yahu bu yaşta bu nedir?” diyorum. Bilemiyorsun.

“Ne diyeceğiz?” dedi.

Dedi ki: “Böyle bir mevzu olursa, hâsıl olursa, içten gelen Allah’ım, Allah demiyor.

“Allah’ım!.. Beni ve ailemi ve arkadaşlarımı, götürebileceğimiz kadar, hakkımızda hayırlısını ver.”

O gün. Sizlere her an söylüyorum. Ben de söylüyorum, inşallah götürebileceğim kadar.

Onu dedi: “Bir yük sırtına alırsan, ağır olursa; götürebiliyor musun? Yok! İşte hafifi budur. Allah isterse hep hafif verir. Kahrı da, lütfu da, hepsini içine alır. Sana bir şey söyleyeyim.” dedi.

“Buyurun.” dedim. Şöyle baktı, bir setteyiz, dağ gibi.

“Şu köyler hep görünüyor değil mi?” dedi.

“Evet, görünüyor.” dedim.

Dedi ki: “Onlarda bir kavga olursa; o köyde hayvana vursalar, birbirisini dövseler; bir kahır olursa. Hepsi gelir, seni bulur. Biraz sabırlı ol. İyi değil mi?”

İşte o vakit O’nun kuvvetiyle, hemen elini öptüm. Ayaktayız. O adam da bizi seyrediyor.

Dedim ki: “Efendi Hazretleri, ben kendimi götüremiyorum… Ben nasıl götürürüm?”

“Hadi hadi! İyi olur.” dedi.

Yolumuza geldik. Tam, o bana tokat vurmuştu ya, rüyada.

Bir hafta olmuş arası. Tam oraya gelirken. Bu taraftan giderken, aklım dondu. Oraya gelirken aklıma getirdi. Ben de hemen, yavaş yavaş yanaştım arkası sıra. O atladı, ben de hemen arkasından attım ayağımı. Çünkü rüyada öyle gördüm. Ben de arkası sıra ayağımı onun adımının yerine koydum. Şöyle bir döndü baktı, güldü hafif.

“Hayrola yahu?” dedi.

“Yok.” dedim. “Bir şey yok işte.”

Şöyle tuttu. Sağ tarafıydı, tuttu. O adam gene bizi seyrediyor.

Dedi ki: “Akıllı ol. Biz bir defa vururuz, ama iyi vururuz.”

Aynı söylüyorum!.. Allah şahittir. Kendi de şahit. Biz rüyada görüyoruz; olduğu gibi yapmış.

“Bir şey yok, merak etme!” dedi.

Evet… Bıraktık geldik.

 

Rüyalar eğer acı olur, eğer tatlı olur. Rüyaların kıymetini bilin.

Dikkat edin! İki rekât şükrân namazı muhakkak kılın, acıya da tatlıya da. Tatlı olan için de Allah’ım, bir daha göreyim deyin. Sonra iki rekât şükrân namazı kılın. Ondan sonra gördüğünüzü yazın. Rüyalarımızı yazalım. Çoluk çocuğumuza kalır. Bir not defterine yazalım; olur mu, bir not defteri? İnşallah.

 

Zikir üzerine,

Birisinin gönlünü alırsak, yüzüne gülersek, bir sıkıntı zamanında: “Merak etme. İnşallah bu iş iyi olur! Şöyle olur.” dersek. O da zikir sayılır.

Yolda gidersiniz, bir şişe, bir cam patlamış: “Aman birisinin lastiğini patlatır.” dersiniz. Onu da alırsan, bir çöp tenekesine koyarsan; o da zikir olur. Yani hep ibadet, zikir için.

Bir kimse ki Allah ile olursa, Allah’ını kendinde yakın bilirse; her an zikirdedir. Allah’ının Resûlü ile olursa, hayali, O’nun salâtu selâmı devam ederse, her an zikirdedir. Orada, Cenab-ı Hak bize getiriyor, ağzımıza sokuyor. Yutamıyoruz. Yutalım yahu! Yiyelim yahu!

 “Bizi çok zikredin.”  Bizi çok zikredin!

Şu gençliğimizi, şu halimizi nefs-i emmareye sarf etmeyelim. Allah’ın verdiği ömrü, Allah rızası için, Habib-i Ekrem’in (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) yüzü hürmetine, O’nun yolunda, babalarımızın, dedelerimizin, ümmet-i Muhammed’in yolunda sarf edelim inşallah!

 

Vallahi Tozunu Gördüm!

Bu ömrümüzü yeme, içme, nefs ile, masiva ile tamamlamayalım. Kur’ân-ı Azimüşşan’da beyan olan; Allah’ın Resûlü (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) tarafından olan hadis-i şeriflerle; bildiğimiz kadar, hâli ahvalimizi, ömrümüzü O’nunla tamamlayalım inşallah. Allah ve Allah’ın Resûlüne (Allah’ın Selâmı Üzerine Olsun) ve cemiyete yaramayan halleri atın yahu! Bugün itibarıyla terk edelim inşallah!

Yeter yahu! Şu nefs-i emmareyi, şu nefsi çok beslemeyelim. Bir gün bizi, sırt üstü yere atacak!

Allah âşığı Yunus Emre Hazretleri ormanda yürüyormuş. Köyün kenarında birisi de bahçeyi suluyormuş.

“Yunus, Yunus!” demiş, “Dur sana bir salatalık vereyim.”

Büyük bir salatalık koparmış vermiş.

“Ya komşu! Allah bereketini artırsın.” diye teşekkür etmiş.

Biraz ileri gitmiş, acıkmış. Torbasında ekmeği, suyu var. Salatalığını soyuyor, biraz kartlaşmış.

Yirmi dört saatte iki rekât şükrân namazını unutmayalım! Namaz aralarında, bir namazın üzerine. Allah’ın bize bahşettiğini, Nimet-i İlahilere karşı, maddi manevi bir Hamdu Senâ, bir teşekkür edelim.

Orada da, ormandaki sinekler… Su yok, gıda yok, hemen orada, salatalığın kokusuna gelmişler. O salatalığın kabukların suyunu emiyorlar. Sinekler, bildiğimiz sinekler. Yunus da salatalığı yiyor, sonra bir ses duyuyor. Bakıyor ki kartal, sesi geliyor. 

Diyor ki: “Orada bir sinek, sivrisinek uçtu. Kocaman kartalın ensesinden yakaladı, getirdi, gözümün önünde sırt üstü yere vurdu. Vallahi tozlarını gördüm!” diyor.

Bir de yemin ediyor. Şimdi biz onu kartal zannediyoruz. Vah ya! İnsanı kartal yapıyor, nefsimizi de sinek yapıyor. Er geç sizi sırt üstü yere vuracak. Sizi el içinde, dost, ahbap içinde rezil edecek, diyor. Ömrünüz de boşa, emeliniz de boşa geçecek, diyor. Şu sineği siz öldürün, sinek sizi sırt üstü yere vurmasın. İyi mi? Şu sineğin hakkından gelelim, karasineğin! Nefs-i emmarenin hakkından gelelim.

 

“Vallahi ben de tozunu gördüm!”

Yunus’un bu sözü kafama girmiş. Ankara’dan, İstanbul’dan konuştuğum âlimler, hocalar, mürşitler… Bunun manasını bildiğim için. Birçok arkadaşımın sırtını yere vurdu. İyi biliyorum… Dikkat edin, iyi mi?

Koca koca âlimleri, o sinek sırtını yere vuruyor. Bir de gazete köşelerinde görüyoruz. Din adamları… İyi mi? Buna çok dikkat edelim. Bu sivrisineğin hakkından gelelim. Onu tutup, benim işime karışma diyelim.

Ben gördüm. Ya! Ben birçok arkadaşlarımı, O sineklerin yere vurduğunu Allah izniyle gördüm. Allah onları da, bizi de; hepimizin kusurunu affetsin. Allah’ın velilerini o sineklerin yere vurduğunu gördüm.

 

 

29 Aralık Cuma, 1995